Çatı ve Cephe Sistemleri Dergisi 10. Sayı (Eylül-Ekim 2007)

bilir. Yapılar için de aynı durum geçerli; vaktiyle mahpus evi ya da mezbaha olarak tasarlanmış ve bu işi yıllar boyu sürdürmüş oldukları halde, yoğun bakımdan çıktıklarında kendilerini lüks otel ya da kültür evi sanmaya başlamış binalar biliyorum! Reanimasyon geçiren herkes ille de geçmişini unutacak diye bir kural yok. Mucize eseri yeniden yaşamaya başlayan ve eskiden yaptıklarını unutmak istese de anımsamaya devam eden yapılar da var: Reichstag binasının kurtulmak istediği tek anı, bir zamanlar insanları küçümseyici tavırda ve asık suratlı oluşu da değildi üstelik. 1933'de Nazilerin bütün dünyayı dehşet ve ateşe boğacak kanlı yürüyüşlerinde figüranlık yapmış olmasıydı asıl utanç duyduğu. Hitler, kendisini kundaklamış, suçu da hasımları olan komünistlerin üzerine atarak seçimlerde oy patlaması yapıp, iktidara demokratik(!) yolla gelmeyi becermişti. Gerçi il. Dünya Savaşı sonlarında müttefiklerce yerle bir edilip cezalandırılmıştı, ama planları duran bir yapıyı öldüremezsiniz ki! Bir kez daha canlandı. İki ayrı Almanya birleşip Berlin yeniden başkent olunca da eski işlevine yeniden kavuştu. Kötü anıları silmesi gerekiyordu. O da ruhunu ve beynini insanlığa açmaya, şeffaf kılmaya karar verdi. Üstelik bu operasyon için bir yabancıya, İngiliz mimar Sör Norman Foster'a kendini emanet etti. Cam ve çelikle yeniden yorumlanan saydam kubbesi içinde hayran hayran gezinmeye başlayan insanoğlu ile arasındaki buzlar da böylece erimiş oldu. Nasıl ki bir insan yaşlandıkça toplum dışına itilmemek için yenilikleri, değişimleri izlemeli ve bunlara uyum sağlamaya çalışmalıysa, galiba aynı durum, yapılar için de gerekli. Reichstag işte bunu başardı: XIX.yy sonlarında geçerli olan emperyal ortamda dünyaya geldi, XXl.yy başlarının demokrasi ve şeffaflık anlayışına uygun davranmak için ise ciddi bir özveride bulunup o mağrur ve yaldızlı kubbesinden vazgeçti ... Yapıların -genellikle insanlarınkinden kat kat uzun-bir yaşam süreleri ve "ruh"ları olduğu açık. Binaları "yaratan" mimarların biraz "havalı" oluşları bu tanrısal edimden mi geliyor dersiniz?.. Oysa, çoğu yapı "ruhsuz" gelebiliyor insana, tıpkı onları yapan mimarlar gibi! Kaldı ki, "ruh sahibi" olduğu su götürmez mimarlar da ruhsuz işler yapabiliyorlar... Mimarlar, yaptıkları işin tanrısal yönüne kapılıp, tıpkı halktan kopuk ama onun iyiliği için çalıştığını savlayan tiranlar gibi ellerine yetki geçince, insan yaşamına yön verebileceklerine inanarak çizdikleri anlamsız projeler ile para ve yeryüzü kaynaklarının israfına yol açabiliyorlar: XX. yy "Makine Çağı Mimarlığı"nın en büyük temsilcilerinden Le Corbusier, Hint toplumunu geleneklerinden kopuk yepyeni bir yaşam tarzına geçirebileceğine kendisini ve işvereni Pencap eyalet yöneticilerini inandırmıştı: planlamasını yaptığı Şandigar kenti tam bir fiyasko oldu... Ancak aynı Corbusier, mimarın da yanılabildiğini, yaşamının sonuna doğru alçak gönüllü davranıp, itiraf etmişti: "Haklı olan Yaşamdı, haksız olansa, Mimar!" İşin özü de bu özeleştiride yatıyor zaten! Kent denince ilk akla gelen küme küme yapılar olsa da bu doğru değil. Kent her şeyden önce insanların bir arada yaşayabilmelerinin düzeni demek. Bu organizasyon içinde binaların önemi yadsınmaz da, asıl önemli olan değişen, gelişen, dönüşen yaşam koşullarına uyum sağlanması. Kent, insan yerleşkesi ama diğer canlılara gösterdiği saygı oranında insancıllaşıyor, insan elinin ürettiği otomobil ve yüksek katlı kümes-konutlara öncelik tanıdığında ise tersine insanlıktan uzaklaşıyor. Yapılar, yollar, parklar... Bütün bunlar, mimarların ilgi alanı içinde gibi görünüyor. Aldanmamak gerek: her ne kadar, bu işler mimarlar aracılığıyla yapılıyorsa da onlar çoğu zaman sadece konu mankeni! Asıl yönlendiricinin adı: "para kazanma hırsı!". Çünkü, kentte insanları -dolayısıyla da yapıları- bir araya getiren çekim gücü günümüzde sadece "ekonomi". Buna sosyal, kültür, sağlık hizmeti olanaklarını da katabilirsiniz ama bence bunlar daha çok işin teselli yönü! Eskiden, surlarla çevrili şehirlerde yaşamanın verdiği güvenlik duygusu da önemliymiş. Bugün özellikle büyük kentlerde durum tam tersi değil mi? Sahi, bir de siyasal erk sahipleri var, kentleri şekillendiren. Yöneticilerin görevi, "para kazanma hırsı" nın bitmez tükenmez talepleri karşısında kent yaşayanlarının yanında yer almak, birinciyi küstürmeden, diğerini ezdirmeden dengeyi sağlamak ve kent yaşamını ilgilendiren işleri "ruh sahibi", yaşamdan kopmamış uzman kişilere emanet etmek değilse nedir? Başkanlığı döneminde, François Mitterand bunu Paris'te başarmıştı. Ya bizim başkentte durum nedir dersiniz? Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nin modern başkentini planlaması için Le Corbusier'yi davet etmişti. Ünlü mimar sonradan hayıflanacağı bir iş yapmış, o dönemdeki sivri fikirleri doğrultusunda, insandan çok "Makine Çağı"nı yücelten bir kent önerisi sunmuştu. Gazi, müthiş önsezisiyle, bu insansız projeyi reddetmiş, Le Corbusier'yi ikinci bir Şandigar yanılgısından korumuştu! Sanatın içine tükürmekle ünlenen bugünkü yöneticinin yıllardır "ben bilirim!" edasıyla sürdürdüğü yanlış uygulamalarla, başkent Ankara bugün artık, köstebek yuvasını andıran bir karayolu karmaşası, taşıma suyla ıslatılan abuk sabuk yeşil alanlar, anlatılmaz zevksizlikte yeni yapılardan oluşan kakafoni içinde "dışlanmışlığı" yaşayan bir insan kalabalığından ibarettir. Denilebilir ki aynı yöneticiyi bu halkın yeniden seçmesi olasıdır. Olabilir... Ben de iyi mimarlığın insanı olumlu yönde değiştirdiğine inananlardanım. Ama Ankara'da uzun yıllardır mimarinin esamisi okunmuyor, ne yapalım!.. ,,. ÇATi& CEPH•EEYLÜL-EK/iM2007 35

RkJQdWJsaXNoZXIy MTcyMTY=