Çatı ve Cephe Sistemleri Dergisi 16. Sayı (Eylül-Ekim 2008)

~ görünüş Orhan Baltacıgil info@kentyapitasarim.com Ah Şu Tutuculuk ün gelir, insanın ezberi bozuluverir. O güne kadar doğruluğundan kuşku duymadığın bilgi birikimin, sağlamlığından emin olduğun için sağda-solda güvenle savuna geldiğin kuramların bir bakarsın temelsiz, dayanaksız kalıvermiş! Bozgunu kabullenip her şeye sıfırdan, yeni bir sayfayla başlayabilmek erdem işi: öyle kolay değil ... Şaşkınlık anı geçer geçmez, insanın ilk tepkisi "bir dakika, bu denli yanılmış olamam, mutlaka gözümden kaçan bir şeyler var!" diye eski doğrularına arka çıkmak oluyor. Hele "ezberi bozulan" tek bir kişi değil de bir grup, bir kurum, bircemaat ise hatayı kabullenme erdemini boşuna arama: bulamazsın! Toplu halde madara olmak nedense daha ağır geliyor olmalı! Apaçık ortaya çıkan yeni gerçek çürütülemeyince, sürü zihniyeti devreye giriyor ve tartışmaları sona erdirmek için eski ezber "dogmalaştırılıp" sorgulanması olanaksız hale getiriliyor. "Dünya dönüyor!" diyen Galileo'yu mahkum eden çok bilmiş Engizisyon yargıçlarının, "Evrim Teorisi"ni günah ilan eden "Yaradılışçı"ların tavrı bu değil mi? Depremin açıkça ortaya koyduğu gerçeğe karşın, hala "beton dogması" na sıkı-sıkıya sarılan üniversitelerimizin, meslek odalarımızın davranışı sanki farklı mı? Türkçe'deki "Eski köye yeni adet getirme!" deyiminde de özlü şekilde ifade edil22 ÇATi& CEPH•EEYLÜL-EK/iM2008 diği gibi tutuculuk, köylülüğe özgü bir olgu mudur? Gerçi, köy yaşamının tekdüzelik içeren döngüsel ritminin tutuculuğa yatkın bir ortam oluşturduğu açık. Ama bu yazının konusu, köy usulü bir tutuculuk değil. Aslında bütün toplumlara özgü, yeni bir şeyler öğrenmeye ayak direme, bilinmeyenden korkma, bildiğini sandığın şeyin yanlış çıkabileceği olasılığından ürkme anlamındaki tutuculuk. Bu tutuculuk zararlı: çünkü, toplumların edilgen, etkisiz bireyleri eliyle değil, erk ve orun sahibi, yetkili konumdaki kişiler eliyle beslenip uygulanıyor; buna karşı çıkanların yolları yine bu kararlı tutucular tarafından kesiliyor. Bu tutuculuk, eğitim sistemine el atmış durumda: ileride ezber bozucu öğelerin yetişmesini baştan engelleme çabasında. Yetişme çağında olan bir gencin "sorgulama"yı öğrenmesinden ödleri kopuyor bu tutucuların. * * * Arkeoloji, bilim olarak XIX. yüzyılın son çeyreğinde tanımını buldu; ondan öncesi, tarihi eser yağmacılığı ve define avcılığıydı. Acımasız sömürgeciliğin kirli paralarıyla beslendiği halde bunu göz kamaştıran görkemli dekoru ardında ustalıkla saklayan Avrupa uygarlığı, o yıllarda gerçekleştirdiği endüstri devrimiyle birlikte yeryüzünü yönetme yetkisini de kendisine yakıştıracaktı: bu bağlamda, dünyanın neresinde bulunursa bulunsun, tarihi eserleri yerlerinden söküp, kendi ülkelerine fütursuzca taşıdılar. Birbirinden görkemli müzelerde sergilenmeye başlayan bu yapıtları -koparıldıkları coğrafyaları tanıma zahmetine katlanmadan-yeni mekanlarında inceleyen sanat tarihçileri de bir süre sonra kendi kafalarına göre bir "geçmiş uygarlıklar sınıflandırması" yaptılar. Buna göre Akdeniz havzası, uygarlıkların beşiğiydi ve ilk çağlardan beri kuzey ve güneyinde iki kutup oluşmuştu: bir yanda, Antik Yunan ile bunun ardılı niteliğindeki Roma, öte yanda Ehram ve Sfenksleri ile farklılığı su götürmez Mısır uygarlıkları. Bu iki odağın dışında başkası düşünülmemeliydi. Gerçi bu ezber de bir gün bozuldu: Anadolu'nun ortasında çok özgün ve gelişmiş bir başka uygarlık, Hitit uygarlığı keşfedilmişti. Bu da nereden çıkmıştı böyle? Şimdi bütün öğretiyi yeniden düzenlemek mi gerekecekti? Bin bir zahmetle oluşturulmuş eski bilgiyi savunma adına, son bir umutla girişilen: "Hitit diye bir medeniyet yok, olsa-olsa Mısır ile Yunan'ın Küçük Asya'da karşılaşmaları sonucu ortaya çıkmış melez bir toplumdur!" türünden çabalar da sonuç vermeyecekti. Zira, kazı sonuçlarına göre Hitit-

RkJQdWJsaXNoZXIy MTcyMTY=