Çatı ve Cephe Sistemleri Dergisi 17. Sayı (Kasım-Aralık 2008)

küçük kentin erkekleriymiş uzaklarda nasiplerini arayanlar. Geride bırakılan eş ve sevgililere kalan ise hüzün ve özlemlerini düzdükleri maniler, yaktıkları türkülere aktarmak olmuş. Ne var ki kadınlar güçlüdür: ayrılık zor da olsa, acı da olsa, yaşamı sürdürmeyi bilirler. O güzelim evler de Eğin'li kadınların gayretiyle uzun zaman ayakta kalabilmişler. Ama bugüne ulaşmayı başarabilenlerin neredeyse tümünün çatı ve cepheleri, -yaralarını paçavralar ardında saklayan eski zamanın cüzamlıları gibi- oluklu sac levhalarla kaplanmış durumda. Buna karşın, hala çekiciliklerinden pek bir şey yitirmemişler. Bir zamanlar oya gibi işlenmiş ahşap cepheler, bakımsızlık ve ihtiyarlığın acımasızca aşındırdığı hüzünlü güzelliklerini bu sac örtüsünün aralandığı ender yerlerden yine de şöyle bir gösteriyorlar. Kemaliye, ÇEKÜL Vakfı önderliğinde kurulan Tarihi Kentler Birliği üyesi ve sit alanı statüsünde. Birliğin ilçe temsilcisi Etem Kılıç'ın verdiği bilgiye göre, son elli yıl içinde Eğin'de pek çok eski ev yok olmuş. Etem Bey, esas nedenin bu evlerin içinden "kadın nefesinin eksilmesi" olduğunu söylüyor (demek ki son elli yıldır kadınlar da yurtlarını terk eder olmuşlar). Oluklu sacla kaplama kolaycılığından o da yakınıyor. Ne var ki bugün hala bu denli çok sayıda eski yapının korunabilmesini de bu pratik çözüme bağlıyor. Erzincan Üniversitesi'nin bazı bölümleri Kemaliye'de kurulmuş. Bunlardan biri de Restorasyon bölümüymüş. Buna "aman ne isabetli olmuş!" diyemeyeceğim ... Nedeniyse şu: yazının başından beri Eğin'in güzel "mimari"sinden söz edip durdum ama bu mimariyi yaratanların bugün anladığımız anlamda okullu, diplomalı mimarlar olmadığını anımsatmadan geçemeyeceğim. Geleneksel Eğin Mimarlığı, tıpkı örümceğin müthiş bir geometri anlayışıyla ördüğü ağ, kırlangıçın akıl almaz bir malzeme bilgisiyle yaptığı yuva, ipek böceğinin sonsuz sabır ve özenle hazırladığı koza gibi yüzde yüz doğal ve içgüdüsel. Elbette, insan olmanın üstün özellikleri de buna eklenmiş ... Efes gibi, Troya gibi yüzlerce yıldır içinde insan yaşamayan ören yerleri için "restorasyon bilgisi" kuşkusuz gerekli. Ama, Eğin yaşıyor. Bu gibi ortamlarda biz mimarların, hele-hele akademisyenlerin, içgüdü ve doğallıktan kopuk, tepeden bakan yaklaşımlarımızın yarardan çok zarar vermesinden, doğrusu ya, biraz endişe duyuyorum! Eğin'de tanıştığımız ve kendini geleneksel yöntemlerle eski eser onarımları yapan bir yapı ustası olarak tanımlayan Mehmet Okur ise, "oluklu sacdan kurtulmadıkça Eğin'de hiçbir şey yapılmış sayılmaz!" görüşünde. Mehmet Usta'ya içtenlikle katılıyorum. Ama bence, "Sit'i Sacla Korumak"tan kurtulmanın yolunu yine o yörenin insanları bulmalı. Eskinin kısıtlı olanakları, bugünün gereksinimleri ... Her şey öylesine farklı ki ... Artık içinde yaşanamayacak denli eskimiş evleri şimdiki genç insanların da yüksünmeden oturabilecekleri hale getirebilmek bir kültür sorunu ve sırf koruma mantığıyla çözülemez. Bu kültüre yalnızca Eğinliler sahip. Sevdayla bağlı oldukları evlerini gençleştirmek, geçmişle bugün arasındaki en az elli yıllık kopukluğu bir örücü sabrıyla gidermek, ancak onların deneyecekleri, benimseyecekleri yeni malzeme ve yöntemlerle yine kendi içlerinden çıkacak sanatkarlar eliyle yapılırsa bir anlam ifade edecek. Mehmet Usta, yeni malzeme ve yöntemlerle ilgili fazla bir dokümantasyona sahip olmamaktan yakınır gibiydi... Yazılarım, Çatı&Cephe dergisinde yayınlanıyor ... Sektörümüzün ileri gelenleri: işte size dünya güzeli bir çalışma ve tanıtım ortamı! .. ıı. ÇAT&I CEPH•EKASIM-ARAL2IK00/ 8 41

RkJQdWJsaXNoZXIy MTcyMTY=