görünüş Orhan Baltacıgil info@kentyapitasarim.com Mimar ve Kalfa ileriyle iş gören zanaatkarları hiç bıkmadan, ilgiyle izlemeyi seven bir çocuktum. Hayli hırpalanarak eğitilen çırağın, günü geldiğinde kalfa olacağını; kalfalık belgesini çerçeveleterek, çalıştığı atölyenin duvarına asmaya hak kazanacağını; sebatla çalışıp ustasının bütün bilgisini içselleştirdiği gün, kendisinin de artık "usta"laşacağını, işte bu merakım sayesinde erkenden öğrenmiştim. Marangoz, tornacı, demirci ... Dükkanların görünüşleri, gürültüleri, kokuları çok farklı, içeride çalışanların üst başları -atölyesine göre- kimi yerde tozlu, talaş kaplı, kimisinde isli-yağlı da olsa, hiyerarşi hep aynıydı: çırak-kalfa-usta !.. Günün birinde inşaat işinde bu sıralamanın daha değişik olduğunu gözlemleyecektim: amele-usta-kalfa. Bir kere, "amele" çırak karşılığı değildi: onun gibi çocuk yaşta olmadığı gibi, 'çırak gibi mutlaka mesleğinde ilerleyecek' diye de bir kural yoktu. İçlerinden pek azı bir ustanın gözüne girip eğitilme şansını yakalayabiliyordu. Ama esas fark, bu iş dalında, "kalfa"nın ustanın da üstünde bir konumda bulunmasıydı. En üstte de herhalde "mimar" olmalıydı? Sonra, Mimar Sinan'la tanıştım: O, mesleksel gelişimini üç ayrı cami yapıtını örnek göstererek betimlemişti: "çıraklık" dönemi: Şehzade; "kalfalık" dönemi: Süleymaniye; "ustalık" çağı: Selimiye ... Kafamdaki sıralama yine altüst oluvermişti: bir mimar, 24 ÇAT&I CEPHE•MART-NiSA/N2009 nasıl oluyordu da en gelişmiş halini -kalfa bile değil- "usta" diye tanımlayabiliyordu! Bu kavram karmaşasını pekiştiren bir başka olguya, yıllar önce İstanbul'da açılan bir sergide rastladım. 111S. elim'in kız kardeşi Hatice Sultan'ın kendi el yazısıyla ve duru bir İstanbul lehçesiyle, ama Latin harfleriyle yazdığı bir mektubun orijinali karşımda duruyordu. "Kuzum Melling Kalfa" diye başlayan ve -yaşadığı dönemin İstanbul'unu, birbirinden güzel gravürlerle ölümsüzleştirmiş, sarayın korumasında çalışan- bu Fransız ressam/mimar/dekoratörden beklediği Mimar Sinan'ın ustalık eseri Se/imiye Camii işleri sıralayıp, "gözünü seveyim, yüzümü yerde komayasın! "diye bitirdiği mektupta "kalfa" sözcüğü yeniden karşıma çıkmıştı. Padişahın öz kardeşi olan bir Sultan hanımın bu denli güvendiği, yakınlık gösterdiği bir sanatçıya "kalfa" diye seslenmesi, galiba bu sözcüğün "mimardan sonra gelen ikinci adam" değil düpedüz -bugünkü anlamıyla- mimar yerine kullanıldığını gösteriyordu ... Geçmişte yaşananları, o günün koşullarını hesaba katmadan, bugünün değer yargılarıyla kavramaya çalışmak insanı yanılgıya sürüklüyor. Aslında ortada anlaşılmayacak bir durum yok: aradan geçen zamanda mimarlık, usta-çırak ilişkisiyle öğrenilen bir zanaat olmaktan çıkmış, yüksek okullarda, kuramsal eğitimle edinilen bir meslek haline gelmiş; kalfa diye de, okumamış, sadece pratikten yetişmiş inşaatçılara denilir olmuştu. Türkiye'de Osmanlı'nın son dönemlerinde açılan Sanayi-i Nefise (Güzel Sanatlar) okulunda Batı'nın değer ve tekniklerini bilen elit mimarlar yetiştirilmeye başlanırken geleneksel çırak-kalfa-usta (çekirdekten yetişme mimar) düzeni de bir yandan sürüyordu. "Mimarlık" unvanının üniversite diploması ve meslek odası kayıtları ile koruma altına alınması Cumhuriyet Dönemi ile başlayan bir süreçtir. Geleneksel aile konutu-çok katlı büyük yapı ayrımı yapıl-
RkJQdWJsaXNoZXIy MTcyMTY=