Çatı ve Cephe Sistemleri Dergisi 39. Sayı (Temmuz-Ağustos 2012)

Hani, "Moğolların ayak bastığı yerde bir daha ot bitmez!" şeklinde eski bir saptama vardır: işte o atalardan gelme olduğunu kanıtlama telaşındaki Türkiye halkı, içlerinden taşan şu yeni beton aşkıyla, "ayağını basmakla" yetinmeyip işi sağlama almaya karar vermiş ve bütün kıyıları, yeşil alanları bir güzelbetonlamaya koyulmuş ... Yeni inançlarının gereğini yerine getirdikçeo yerlerin -her nedense?-yaşanmaz hale geldiğini fark edince de, anında terk edip daha daha ilerilere gitmeye başlamış. Böylece Marmara kıyıları bitmiş, sıra Ege' de yukarıdan aşağıya doğru inmeye gelmiş... Bu sırada bir başka kol, Akdeniz kıyıları boyunca ilerlemekteymiş. Derken, göz açıp kapayıncaya kadar bir de bakılmış ki Anadolu ve Rumeli'nin bütün il ve ilçeleri beton inancının kaleleri haline gelmemiş mi? Her yeni dinin sinsi karşıtları olduğu gibi, betonu doğaya zarar vermekle suçlayan "münafıklar" ortaya çıkmakta gecikmemişse de, inançlı çoğunluk, bu küçük azınlığı "ileri demokrasi" sayesinde etkisiz kılıvermiş. Derken, birden (mürit/mühendisler dışındaki) sade yurttaşlardan birçoğunun imanını sarsan öyle anlaşılmaz olaylar olmaya başlamış ki... Yedi yıl arayla Erzincan ve İzmit Körfezi'nde meydana gelen iki depremde şu yıkılmaz bilinen "betonarme karkaslar", -betona duydukları sonsuz güven içinde yaşamakta olanmasum insancıkların üstüne çöküvermesin mi? Gerçi, bu olaylar mürit/mühendislerin inançlarını hiç mi hiç sarsmamış. Çünkü onlar bu yıkımda betonarmenin herhangi bir suçu olmadığını biliyorlarmış. Suçlu iki taneymiş: 1. Mühendislere danışılmadan ve dolayısıyla Yönetmeliğe uyulmadan yapılmış yapılar; 2. Bizzat 1998'den önceki Yönetmeliğin kendisi! (Bu durumda, 1992'deki Erzincan depreminde yıkılan betonarme yapıların nasıl olup da 1998 Yönetmeliğine uymamakla suçlanabileceği ve de 1998'den önce geçerli olan Deprem Yönetmeliğinin -belli ki mürit/mühendisler tarafından hazırlanmış olamayacağına göre(!)- acaba hangi alakasız mesleğe üye kişilerce yapılmış olduğu konuları açıklık kazanmamış oluyor ama olsun...) ABD, Japonya ve İran gibi deprem ülkeleri yıllar öncesinden betonarmeyi terk edip çeliğe geçmişlermiş. Hatta, betonu bulan ve geliştiren Fransa ve Almanya {ülkelerinde hiç deprem olmamasına karşın) yeni ve yüksek yapılarının tümünü Yapısal Çelikle gerçekleştiriyorlarmış. Bütün bunlar betona bir kere iman etmiş olan biz Türkleri etkileyebilir mi? Hiç mi hiç etkilemez! Çünkü; "Büyük Depremin yaklaştığı bilimsel bir gerçektir" uyarısını yapanları, Nasrettin Hoca'nın ağzından, "Peki ya olmazsa!" diyerek şapa oturtuveririz! Beş büyük grubun elinde toplanmış çimento fabrikalarını çöpe mi atalım? Çelik bina tasarlayan mimarımız, çelik yapı hesaplamayı bilen mühendisimiz, bunları denetleyecek donanımlı belediye kadrolarımız yok, ne yapalım! Türk Silahlı Kuwetleri dışında, depreme dayanıklı tek yapı malzemesinin çelik olduğu bilincine sahip herhangi bir devlet kuruluşumuz mu var? Hayır! "Depremin etkisi yapının ağırlığıyla düz oranlı olarak büyür; depremin salınım hareketinin türü 'çekme gücü'dür ve her iki konuda da betonarme ters özellikleresahipken çelik, hafif oluşu ve çekme gücüne dayanıklılığı ile depreme karşı en uygun yapı malzemesidir!" olgusunu mürit/mühendislere ve onları yetiştiren üniversite hocalarına karşı savunacak (bir-iki Don Kişot dışında) yürekli ve donanımlı meslek adamlarımız var mı? Yok!. . Eski Çağ Yunanistanında depreme bütün dayanıksızlığına karşın sırf güzel göründüğü için mermerde ısrar edilmiş. Her depremde yapılar çökmüş. O zamanın mimarları, bu sarsıntıya dayanıksız malzemeyi kullandıkları için özeleştiri yapacak yerde, sorumluluğu tanrı Poseidon'a yükleyip, işin içinden sıyrılırlarmış. "Nato Kafa Nato Mermer!" sözü bu aymazlar için söylenmiş olabilir... Bugünkü yapılar, artık yontulmuş mermerler üst üste konularak yapılmıyor, onun için şimdi "Nato Kafa, Nato Beton!" demek sanki daha uygun düşüyor! .. A ÇAT!& CEPHE• TEMMUZ- AĞUSTOS/ 2012 19

RkJQdWJsaXNoZXIy MTcyMTY=