Çatı ve Cephe Sistemleri Dergisi 7. Sayı (Mart-Nisan 2007)

~ görünüş dan gelen istilacı ordular, tarihin hiçbir döneminde kayadan konilerle dolu derin vadiler diyarının içinden geçme maceracılığını göze alamamış, çevresini dolanarak yollarına devam etmişler. Anadolu yarımadasının coğrafi olarak tam ortasındaki bu bölge de böylece her dönemde huzur ve güvenlik arayanların vahası olagelmiş. Özellikle de, önceleri putperest Romalılardan, sonra Konstantinopolis'i kuşatmaya giden Araplardan, ardından da Bizans'ı saran put-kıran (ikonoklast) çılgınlığından kaçan Hırıstiyan toplulukları için bu yöre, güvenli bir sığınma ortamı sağlamış. Kazma-kürek gibi basit el aletleriyle yumuşak dokulu kaya içinde kolayca oluşturulan barınaklar, inzivaya çekilmiş keşişlerin, manastır hayatı yaşayan rahip ve rahibe topluluklarının, sıradan köylülerin yüzyıllar boyunca barış içinde yan yana yaşamalarına yetmiş. Yolunu şaşırıp bölgeye gelen düşman ordularına yem olmamak içinse ovadaki yerleşimlerin altında -istilacı çekip gidinceye kadar-içinde binlerce kişinin saklanarak yaşayabildiği yeraltı kentleri oyulmuş ... XI. yüzyıldan itibaren Anadolu'ya gelmeye başlayan Selçukluların, daha önceki istilacılardan farklı oldukları çok geçmeden anlaşılmış. Özellikle (Alp Erenler, Tahta Kılıçlı Dervişler diye de adlandırılan) Horasan Erleri, özlemini duydukları barış, huzur ve içtenlikli inanç ortamını Kapadokya'da bulmuşlar. Hacı Bektaş-ı Veli, dergahını burada kurmuş. Günümüze değin geçen sekiz yüz yıl boyunca -hiç bir kıyım ve zorunlu göç baskısı yaşanmamasına karşın- eski Hırıstiyan inanışı giderek erirken bir yandan da bu bölgede günyüzüne çıkan Anadolu Aleviliği'nin içeriğini etkileyen izler bı36 ÇAT&I CEPH•EMART-NiS/A2N007 rakmış. Bu uyumlu etkileşime, Selçuklu sultanlarının adaletli yönetimi de eklenince, Türkleri zaman içinde, kültür ve dilbirliğini sağlayan "Anadolu'nun yerli halkı" olmaya götüren süreç buralarda başlamış ... Kapadokya'nın tarihteki önemi bunlarla sınırlı değil. Bir kere Anadolu'nun yazılı "tarih dönemi"ne girdiği yer zaten burası! Kayseri'nin yanı başındaki Kültepe kazı yeriyle özdeşleştirilen Kaneş kentinin geçmişi İ.Ö. 3. bin yıla dayanıyor. Burada bol miktarda bulunan çivi yazılı pişmiş toprak tabletler, gerçi çoğunlukla kentin "Karum" diye adlandırılan bölgesinde yerleşmiş Asurlu tüccarların alacak-verecek hesaplarından söz ediyorsa da yazılı belgeler dönemi günümüzden 4500 yıl önce Anadolu'da böylece başlamış oluyor. Mimarlık açısından bakıldığında ise Kapadokya'daki yerleşimleri gözle görmenin öyle sarsıcı bir etkisi var ki, insan mesleğini sorgulamadan edemiyor! Doğanın tıpkı diğer canlılara olduğu gibi insan soyuna da ne cömert barınma olanakları sağlayabildiğine burada tanık olunca, mimarlığı "doğayı yok sayan ortamlarda binalar yapma mesleği"ne dönüştürmüş yüzyılların öğretisinden kuşku duymaya başlıyorsunuz ... Üstelik, ne (her yapıyı ille de bir tarza uydurma gayreti içindeki) geçmişin şekilci anlayışının ne de -makine çağına ayak uyduracağım diye- yeryüzü kaynaklarını hovardaca çarçur eden modern çağ mimarlığının insanlara mutluluk getirmediği de artık herkesin görebildiği bir gerçek haline gelmişken, Türkiye'deki mimarlık öğrencilerini Kapadokya'nın sunduğu bu özeleştiri ortamıyla tanıştırmadan mezun etmek ne büyük hata diye hayıflanıyorsunuz! Oysa, mimarın kendi kendine sorması gereken soru Göreme'nin, Uçhisar'ın, lhlara'nın büyülü vadilerinde, peri bacalarının içinde insan eliyle şekillendirilmiş mekanlarda asılı duruyor: Kisho Kurokawa'nın XX. yüzyılda yeniden keşfettiği, "Metabolizmacı mimarlığın" bin yıllık ilk örnekleri karşısında akla geliveren: "Doğayı ille de kendi alışkanlıklarına uydurmak mı; yoksa doğal çevreyi optimum koşulları sağlayacak kadar şekillendirmekle yetinmek mi doğru?" sorusu ... "- Fotoğraflar: Arts de Cappadoce, Les Editions Nagel, 1971

RkJQdWJsaXNoZXIy MTcyMTY=