Mimar ve Kalfa
Elleriyle iş gören zanaatkârları hiç bıkmadan, ilgiyle izlemeyi seven bir çocuktum. Hayli hırpalanarak eğitilen çırağın, günü geldiğinde kalfa olacağını; kalfalık belgesini çerçeveleterek, çalıştığı atölyenin duvarına asmaya hak kazanacağını; sebatla çalışıp ustasının bütün bilgisini içselleştirdiği gün, kendisinin de artık "usta"laşacağını, işte bu merakım sayesinde erkenden öğrenmiştim. Marangoz, tornacı, demirci... Dükkânların görünüşleri, gürültüleri, kokuları çok farklı, içeride çalışanların üst-başları -atölyesine göre- kimi yerde tozlu, talaş kaplı, kimisinde isli-yağlı da olsa, hiyerarşi hep aynıydı: çırak-kalfa-usta!.. Günün birinde inşaat işinde bu sıralamanın daha değişik olduğunu gözlemleyecektim: amele-usta-kalfa. Bir kere, "amele" çırak karşılığı değildi: onun gibi çocuk yaşta olmadığı gibi, "çırak gibi mutlaka mesleğinde ilerleyecek" diye de bir kural yoktu. İçlerinden pek azı bir ustanın gözüne girip eğitilme şansını yakalayabiliyordu. Ama esas fark, bu iş dalında, "kalfa"nın ustanın da üstünde bir konumda bulunmasıydı. En üstte de herhalde "mimar" olmalıydı... Sonra, Mimar Sinan'la tanıştım: O, mesleksel gelişimini üç ayrı cami yapıtını örnek göstererek betimlemişti: "çıraklık" dönemi: Şehzade; "kalfalık" dönemi: Süleymaniye; "ustalık" çağı: Selimiye... Kafamdaki sıralama yine altüst oluvermişti: bir mimar, nasıl oluyordu da en gelişmiş halini -kalfa bile değil- "usta" diye tanımlayabiliyordu! Bu kavram karmaşasını pekiştiren bir başka olguya, yıllar önce İstanbul'da açılan bir sergide rastladım. III. Selim'in kız kardeşi Hatice Sultan'ın kendi el yazısıyla ve duru bir İstanbul lehçesiyle, ama Lâtin harfleriyle yazdığı bir mektubun orijinali karşımda duruyordu. "Kuzum Melling Kalfa" diye başlayan ve -yaşadığı dönemin İstanbul'unu, birbirinden güzel gravürlerle ölümsüzleştirmiş, sarayın korumasında çalışan- bu Fransız ressam/mimar/dekoratörden beklediği işleri sıralayıp, "gözünü seveyim, yüzümü yerde komayasın!" diye bitirdiği mektupta "kalfa" sözcüğü yeniden karşıma çıkmıştı. Padişahın öz kardeşi olan bir Sultan hanımın bu denli güvendiği, yakınlık gösterdiği bir sanatçıya "kalfa" diye seslenmesi, galiba bu sözcüğün "mimardan sonra gelen ikinci adam" değil düpedüz -bugünkü anlamıyla- mimar yerine kullanıldığını gösteriyordu... Geçmişte yaşananları, o günün koşullarını hesaba katmadan, bugünün değer yargılarıyla kavramaya çalışmak insanı yanılgıya sürüklüyor. Aslında ortada anlaşılmayacak bir durum yok: aradan geçen zamanda mimarlık, usta-çırak ilişkisiyle öğrenilen bir zanaat olmaktan çıkmış, yüksek okullarda, kuramsal eğitimle edinilen bir meslek hâline gelmiş; kalfa diye de, okumamış, sadece pratikten yetişmiş inşaatçılara denilir olmuştu. Türkiye'de Osmanlı'nın son dönemlerinde açılan Sanayi-i Nefise (Güzel Sanatlar) okulunda Batı?nın değer ve tekniklerini bilen elit mimarlar yetiştirilmeye başlanırken geleneksel çırak-kalfa-usta (çekirdekten yetişme mimar) düzeni de bir yandan sürüyordu. "Mimarlık" unvanının üniversite diploması ve meslek odası kayıtları ile koruma altına alınması Cumhuriyet Dönemi ile başlayan bir süreçtir. Geleneksel aile konutu - çok katlı büyük yapı ayrımı yapılmaksızın tüm yapıların aynı prosedür uyarınca ruhsata bağlanması ve bunun için yalnızca diplomalı mimar ve mühendislerin yetkili kılınması uygulamada ne denli yararlı olmuştur?.. Bugün, Batı"nın bildiğim birçok ülkesinde küçük konutlar söz konusu olunca, devlet denetimindeki "bölge kurulları"nın belirlediği yöre özelliklerine ve yapı oranlarına uymak koşuluyla yeterlilik belgesi sahibi yapı kalfaları da rahatlıkla inşaat yapmayı sürdürebiliyorlar. Türkiye'de ise -sit alanları dışında- yöresel kültür özelliklerini saptayacak ve ilkeler belirleyecek kurulların esamisi okunmuyor. Bu geleneği içgüdüsel eğilimlerle sürdürebilecek yapı zanaatkârları da "bundan böyle senin yetkin yok!" diye küstürülünce, meydan formalite gereği projesini imzaladığı yapının önünden bile geçmemiş mimar/mühendislere ve ruhsat verme yetkisine sahip ama yetkinlikten uzak belediyelere kalmış oluyor... İnşaat sektöründeki gelenek zincirinin böylece kırılmış olmasıyla ortaya çıkan olumsuzluklar, 1950'lerin başından itibaren hissedilmeye başlanmış. O tarihe değin oya gibi işlenen kentler, kasabalar, birdenbire, sanki eski oturanlar sürülmüş, yerlerini barbarlar istila etmişçesine, nursuz-pirsiz, kaba mı kaba binaların saldırısına uğramış. Bu durumu nasıl açıklamalı? Herhalde, yeni düzenlemeler kapsamında, ilerleyip en üst noktaya ulaşma umudu köreltilen bu meslekte, işinin ehli eski ustalar yerlerine yetiştirecek yeni elemanlar bulamayıp, kendileri de emekliye ayrılınca, ortaya çıkan boşluk bir anda bilgisiz, zevksiz "beton canavarları" tarafından doldurulmuş oldu... Bu zincir kırılmamış olsaydı, yıllardır içlerinde yaşamak zorunda kaldığımız çirkin, çürük, insana ve doğaya saygısız yapılar meydana çıkmayacaktı. Çıkamayacaktı, çünkü gerçek ustaların yaşama şansı buldukları bir ortamda çürük ve çirkin yapılara yer yoktur! Bunun yanı sıra iyi yetişmiş, okullu, diplomalı mimar ve mühendisler de -bugünkü gibi meslek odalarının iç kalelerine çekilip savunmada kalacaklarına- bilgilerini, ülkenin deprem gerçeğine kalıcı çözümler üretmek, sürdürülebilir gelişme, çevrecilik gibi çağdaş konularla ilgilenmek yönünde kullanma fırsatı bulacaklardı! Şimdi denilebilir ki, sanki geleneksel yapı kalfaları bir yandan bugüne kadar yaşamayı sürdürselerdi, bugün her şey yine de tümüyle değişmek zorunda kalmayacak mıydı? Küresel bir olgu olarak, "Mimar"ın 21. yüzyıl başlarında inşaat dünyasındaki konumunun ve işlevinin değiştiği, "kalfa"nın ise hepten işlevsiz kaldığı yadsınabilir mi? Yapı sektörü, teknoloji kullanan büyük şirketlerin eline geçme sürecini tamamlamak üzere. Artık tek tek mimarların, mühendislerin bile yüklenici olarak iş bulabilmelerinin yolu hızla kapanıyor. Geleneksel yapı zinciri dün olmasa da bugün zaten kırılmayacak mıydı? Hem, nasıl olsa kentsel dönüşüm projeleri kapsamında o çirkin yapılar bir anda ortadan kaldırılmıyor mu? Öyleyse ha dün olmuş, ha bugün!.. Ne yazık ki durum bu denli basite alınacak gibi değil... Türkiye'de yapı geleneği bozulalı 60 yıl olmuş; bu da en az iki nesil eder. Bu iki nesil nelerden mahrum kalmış bir bakalım... İnşaat yapmanın ince bir sanat olduğu unutulmuş: iki kürek bir malayla herkes kendini usta oldum sanmış. Mimarlık mesleği değer kazanacağına, yitirmiş: mimar, bir yapının nasıl ayakta durduğuyla, nasıl ısıtılıp aydınlatıldığıyla ilgilenmeyen, ustalarla ilişkisi kopuk, neredeyse sadece imza yetkisi nedeniyle katlanılan, saygınlığı solmuş bir tipe dönmüş. Daha da kötüsü, zevkli, yetenekli ve güvenilir meslek adamları ortada gözükmediğinden, inşaat yaptıracak para gücüne sahip herkes kendisini mimar sanacak denli ego şişmesine uğramış. Bilgisizlik ve para bir araya gelince de o dergiden, bu dergiden koparılan fotoğraflarla oluşturulan ucube villalar ve "kent yapıyoruz" diye, kuşkonmaz tarlası gibi yan yana dikilmiş utanç kuleleri normal şeylermiş gibi kanıksanır olmuş!
Orhan Baltacıgilİlginizi çekebilir... 2025, İnşaat Sektöründe Enerji Dönüşümü için Dönüm Noktası Olacak mı?Avrupa genelinde artan faiz oranları ve inşaat maliyetleri, bina sahiplerini 2024 yılında enerji dönüşüm projelerine yatırım yapma konusunda temkinli ... CEPHEDER; "2024 Yılı Sektörel Değerlendirmesi ve 2025 Yılı Öngörülerimiz"2024 yılı, çatı ve cephe sektörü için dinamik ve zorlu koşulların bir arada yaşandığı bir yıl oldu. Küresel ekonomik istikrarsızlıklar, malzeme maliye... Cephe Sistemlerinde Dijitalleşme ve Sürdürülebilirlik: Geleceğe Yönelik YatırımlarSon yıllarda inşaat sektörü genelinde, özellikle cephe sistemlerinde sürdürlebilirlik ön planda yer almaya başlamıştır. Modern binaların estetik görün... |
||||
©2025 B2B Medya - Teknik Sektör Yayıncılığı A.Åž. | Sektörel Yayıncılar DerneÄŸi üyesidir. | Çerez Bilgisi ve Gizlilik Politikamız için lütfen tıklayınız.